12 Nisan 2025 Cumartesi
Bulgaristan’da, 2013 yılından beri malulen emekliyim; ilk yıllarda akciğer kanseri ameliyatı olduğum için, daha sonraki yıllarda ise buna bağlı kronik obstrüktif akciğer hastalığından…
Üç sene önce verilen iş görmezlik raporumun süresi dolduğu için, 14.12.2022 tarihinde, özel doktorum olan V.S.’un Kırcaali’nin Salifler(Vızrojdentsi) semtindeki muayenehanesine gittim ve orada feldşer B.(B. ismi, genelde kadın ismidir. Bu, erkek görünümlü bir şahıs) M. karşıladı. Kendisinden doktor heyeti(TELK) için, benim adıma sevk kağıdı düzenlemesini rica ettim.
B. M., sevk kağıdını yazdı ve bana verirken, “yüz leva tutuyor” dedi. Bende kendisine şaşkınlıkla, ”şaka yapıyorsun herhalde, benim sağlık sigorta güvencem olduğunu görmedin galiba, istediğin miktar oldukça yüksek ve yasa dışı, bu parayı veremem” diye çıkıştım. O da masasından kalkarak üstüme yürüdü “bana yüz leva vermezsen sevk kağıdını yırtarım” diyerek, elimdeki poşeti almak için hamle yaptı. İçimden, “hasta halinle bununla boğuşmak için, kendini bu şerefsizin seviyesine düşürmeye gerek yok, ver parayı, sonra hesaplaşırsın” dedim ve 100 levayı verip, ofisten ayrıldım. Bir sağlık memuru görevini yapan birisi, bir evrak yazıyor ve bunun için 100 leva, yani Türk parasıyla 2000 Lira civarında para talep ediyor. İnanılır gibi değil, fakat gerçekti. Türkiye’de profesörler, bu paranın yarısını talep ediyor…
Hemen ardından doktor S.’u telefondan aradım ve B.’in Kırcaali’deki muayenehanede, sosyal güvencem olmasına rağmen benden şantaj yoluyla yüz leva aldığını ve bu nedenle savcılığa şikayette bulunacağımı söyledim. Doktor S., “sosyal sigortalıysanız, para alınması yanlış, ben inme(kalp krizi de demiş olabilir) geçirdim, savcılıkla, mahkemeyle uğraşmak istemiyorum, öğle yemeğinden sonra ofise gelin ve orada bir hemşire olacak, paranızı o iade edecek, B. tarafından yazılan sevk kağıdını ona verin, o size yeni bir sevk kağıdı yazacaktır” dedi.
Aynı gün öğleden sonra, hemşire V. A., bana 100 levayı geri verdi ve her nedense B. tarafından yazılan sevk kağıdını aldı ve onun yerine yeni bir sevk kağıdı yazdı( Daha sonra baktığımda, harfi harfine, kelimesi kelimesine aynı sevk kağıdını yazmış, sadece kendi parafını atmış).
Hemşire V. A.(V.A) da ilginç bir kişilik. Havadan sudan sohbetten sonra, aramızda geçen şu konuşmayı da özetle aktarmak istiyorum:
“…..
V.A: Şimdi ver şu evraka bir bakayım, ben sana parayı iade edeyim, yenisini yazayım, ver eski heyet(TELK) kararını…
Ben: Sizi de uyarmak istiyorum, bir gün bu adam(B.) sizin başınıza da bela getirecek, çünkü çok aç gözlü, ben bunu doktora da söyledim.
V.A: Ben, onun senden para aldığını görmedim, ben parayı sana iade ediyorum, barış olsun, aranızdaki ilişki beni ilgilendirmiyor, doktor beni telefondan aradı, falan filan, bir kişi şikayette bulundu, bende ona “doktor, benden ne gerekiyorsa yapacağım, evrakı alıyorum, parayı iade ediyorum.
Ben: Doktor da biliyor ki…
VA: Bana, senden para aldığını söylüyorsun, sana inanıyorum, gerçekten senden yüz leva aldıysa anasını s….m.
Ben: Rica ederim, rica ederim, bilmiyormuş gibi yapmayın, doktor bana ‘ne yapayım çalıştırmak için sağlıkçı bulamıyorum’ dedi…
V.A: Eveet, eveet (bilgisayarda yeni sevk kağıdını yazıyor).
Ben: Ne fark eder ki, aynısını yazacaksın nasıl olsa…
VA: Evet, evet önemli değil, sadece bu belgeyi senden almak istiyorum, ben imzalıyorum, ben yazmışım…
(Aynı anda telefon çalıyor ve hemşire telefonu açıyor)
V.A: Evet doktor, geldi, geldi adam, yeni sevk kağıdını yazayım, hazırlıyorum, parayı iade ettim, rahat ol, parayı iade ettim…
Ben: Evet, iade etti.
V.A: Adam burada, rahat ol, yeni sevk kağıdını veriyorum ve hepsi altı(altı, Bulgaristan’da en yüksek öğrenci ders notudur), problem yok, problem yok…
….
Ben: O(B.), bu gibi eylemleri sadece Türkiye’den gelenlere yapıyor galiba…
VA: Şimdi, kusura bakma, Türkiye’den gelenleri bana anlatma, vergi vermiyorlar, faydalanmak için geliyorlar. Yani Türkiye’de yaşıyorlar, Türkiye’de vergi ödüyorlar, sonra Bulgaristan’a gelip suistimal ediyorlar. Türkiye’den gelenleri savunmayın lütfen, görüyoruz ne yapıyorlar, bir sürü para veriliyor…
Ben: İnsanlar kendilerini kopardı inşaatlarda , tarlalarda, sonra asimilasyon politikasının sancıları, ben şahsen Kremikovtsi’de çalıştım…”
Beyni yıkanmış bir hemşireyle fazla muhatap olmak istemedim…
Ancak bu hemşire, şunları bilmeli:
Yaşadığın Kırcaali bölgesinin tamamı, senin “Türkiye’den gelip, Bulgaristan’ı suistimal ediyorlar” dediklerin, benim Türk asıllı hemşerilerimin topraklarıdır. Senin yıkandığın, içtiğin suyun geldiği Çamdere(Borovets) barajının tünellerinde, duvarlarında benim Türk asıllı hemşerilerim çalışmıştır. Senin evine elektriğin geldiği Kırcaali, Soğuk Pınar( Studen Kladenets), Ortaköy(İvaylovgrad) barajlarının tünellerinde, duvarlarında da benim Türk asıllı hemşerilerim çalışmıştır.
Hemşirecik, sen hangi vergiden bahsediyorsun?
Benim Türk asıllı erkek hemşerilerim, “askerlik” altında Sofya, Filibe(Plovdiv) gibi büyük şehirlerin inşaatlarında, demiryollarında, sadece karın tokluğuna 27’şer ay çalıştırıldılar. Örneğin rahmetli babam, “askerlik” adı altında, 3 sene Stanımaka( Asenovgrad)- Kırcaali yolu yapımında sadece karın tokluğuna kazma- kürek çalıştırıldı, rahmetli annem tütün tarlalarında günde 18 saat kendini koparırcasına çalıştı, üç erkek kardeşim de “askerlik” adı altında karın tokluğuna 27’şer ay inşaatlarda çalıştırıldı. Ben ise, “sözleşmeli askerlik” altında, 5 sene düşük bir ücretle Kremikovtsi’nin zehirli tozunu – dumanını yutmak zorunda kaldım.
Bulgaristan devleti, maddi yönden borçlu olduğu gibi, Bulgaristan adalet sistemi de, benim Türk asıllı hemşerilerime çok şey borçludur…
Örneğin 1984-1989 yılları arasında katledilen 20 aylık Türkan bebeğin, 17 yaşındaki Mümin Ahat’ın ve yüzlerce Türk asıllı hemşerilerimin katillerini, Belene gibi kamplarda ve polis karakollarında binlerce hemşerime işkence edenlerin adalet önüne çıkarılmaması gibi… Aynı dönemde, Türk asıllılara uygulanan asimilasyon politikalarını, yüzbinlerce hemşerimin doğduğu topraklarda kovulmasının hesabını kimler verecek?
Sadece bu hemşire değil, Bulgaristan’da böyle beyni yıkanmış insan sürüsü vardır.
Ancak hemşirenin böyle konuşmasından, şu sonucu da çıkarmak mümkün:
Birileri, feldşer B.M.’yi, benim Türk asıllı hemşirelerimden vergi toplamak için mi atadı?
Konumuza dönersem…
Bu gelişmelerden sonra, d-r S. yeniden aradı, bende kendisine, savcılığa şikayette bulunmayacağıma dair söz verdim. Ancak sağlık ile ilgili kontrol kurumlarına değil…
Ertesi gün, – “kim bu d-r S., nasıl birisi” sorusuyla – Sürmenler(Shiroko Pole) köyündeki d-r S.’un çalıştığı Sağlık Ocağına gittim. Sürmenler’deki Sağlık Ocağı, neredeyse bir virane… Bekleme salonunda, birkaç hasta bekliyor. Hastaların muayene odasına girip çıkarken, bekleme salonu, muayenehaneden gelen sigara dumanıyla doluyor. Muayene odasında, hasta dışında iki kişi daha görebiliyorum; ayakta, kirli uzun saçları, yine kirli uzun sakalları, sürekli sigara içen yaşlı birisi, diğeri ise masanın üstündeki bilgisayar başında oturan genç birisi…
Bekleyen hastalara, “İçerdekilerden hangisi d-r S.?” diye soruyorum ve şu cevabı alıyorum:
“Yaşlı, sakallı olan dr. S., bilgisayar başındaki ise onun oğlu, çünkü kendisi bilgisayar kullanmasını bilmiyor” (Bulgaristan’daki sağlık kuruluşlarında, sigara içme izni olup olmadığını bilmiyorum, fakat d-r S.’un Kırcaali’deki ofisinde feldşer B., Sürmenler’deki muayenehanesinde ise kendisi, baca gibi sigara tüttürülüyorlar).
Bir ara, d-r. S. dışarı çıktı ve kendimi ona tanıttım. Onunla sohbet ettikten sonra, genel olarak kötü biri olmadığı izlenimine kapıldım, ancak o kirli saç, o sigaradan sararmış kirli sakal, sigara filtresini dişlerinin arasında ısırmış haliyle, hiç doktora benzemiyor, daha çok evsiz – barksız alkoliklere benziyor. Bu haliyle d-r S., hasta çocukların korkulu rüyası olsa gerek…
Araştırmalarıma göre, d-r S.’un Kırcaali, Sürmenler ve Çiftlik köylerinde muayenehaneleri var. Haftanın belirli günlerinde köylerdeki ofislerine gidiyor. Kırcaali merkezdeki ofisini ise, öğleye kadar feldşer B., öğleden sonra ise hemşire V. A. idare ediyor. Yani Kırcaali’deki d-r S.’un muayenehanesi, dünyadaki tek doktorsuz muayenehane olsa gerek…
Örneğin Kırcaali’deki muayenehaneye Çarşamba giderseniz, evraklarınız Çiflik köyünden çıkmış gibi yazılır, Perşembe giderseniz Sürmenler( Şiroko Pole köyünden… Halbuki, benim gibi bazı hastalar, bu köylere hayatında gitmemiştir.
Dr. S. ile görüşmemden sonra, feldşer B. M.’nin Kırcaali merkezdeki muayenehanesini “yönetmeye” devam edeceğine ve aynı şekilde başta yurtdışında yaşayanlar olmak üzere, diğer hastalara da şantaj yapmaya devam edeceğine tamamen ikna oldum ve bu durumu Bölge Sağlık Kurumuna(RZİ), bir şikayet dilekçesi ile bildirme kararı aldım.
Yazılan şikayet dilekçesine, devşirme olan Viktor Kirçev( Türk adı Sunay) imzalı bir yazı aldım.
Yazıda, söz konusu muayenehanede kontrol yapıldığını, sağlık konusunda bir aksaklık görülmediğini, sadece pandemi kurallarına uyulmadığı için bir fiş cezası kesildiğini, dilekçedeki şikayet üzerine, soruşturma yapılması için, bölge savcılığına yazı yazıldığını belirtilmektedir.
Daha sonra, savcılık soruşturma aşamasındaki davet üzerine, bazı ek deliller sundum.
Yukarıda saydığım nedenlerden dolayı, Bulgaristan adalet sistemine hiç güvenmiyorum.
Bulgaristan adalet sisteminin, totaliter rejimin gestaposu sayılan eski DS ajanlarını ve B. gibi hainleri koruduğunu tabi ki biliyorum…
Hani bir deyim vardır, “Karga, karganın gözünü çıkarmaz” diye…
Yaşayıp göreceğiz…
Fakat hiç yoksa…
Bazı kişilerin eylem ve davranışları kayıt altına alınmış olacak!
Durmuş Arda
Not: Yukarıdaki yazıyı, olaydan hemen sonra yazmadım, çünkü gerek Bölge Sağlık Kurumu(RZİ), gerek savcılık soruşturmasının kapanmasını beklemek zorunda kaldım.
Kırcaali bölge savcılığının açtığı dava sonucunda, Kırcaali bölge mahkemesi 13.03.2024 tarihinde B.M’yi suçlu suçlu bularak 1000 Leva idari ve 209 Leva da mahkeme masraflarını ödeme cezası verdi. Ancak güçlü deliller olmasına rağmen B.M., bu cezayı Filibe Temyiz mahkemesine(Apelativen sıd Plovdiv) götürdü. Filibe Temyiz mahkemesi, 08.04.2025 tarihinde(Dosya no: 20255000600019), B.M’ye, aynı doğrultuda idari ceza verdi. Bu karar kesin olup, temyize kapalıdır.
Yukarıda Bulgaristan adalet sistemine güvenmediğimi belirtmiştim. Bunda da haklı çıktım. Davaya tanık olarak katıldım. Davaya üç kadın yargıç bakıyor. Davanın raportörü olan yargıç Magdalina Stefanova İvanova, bana ilk önce sert bir şekilde, “Sen Bulgar mısın, Türk müsün, nesin sen?” sorusunu sordu. İçimden “Bu ne biçim soru, burası temyiz mahkemesi mi, yoksa nazi mahkemesi mi?” diye karşılık vermek geldi. Fakat yine içimden bir ses “Sakin ol, sinirlerine hakim ol” dedi ve “Türk asıllı Bulgaristan vatandaşıyım” karşılığını verdikten sonra, karşımdaki yargıç sorularını daha sakin ve saygılı sormaya başladı. Davalının iki yalancı tanığına karşı tanıklık yapıyorum, bariz deliller sundum ve sunuyorum ki; mahkeme heyeti, davalı ve yalancı tanıklar afallıyorlar. Davalı avukat tutmuş, benim delillerim karşısında o da çaresiz kalıyor. Mahkeme raportörünün ön yargılı çıkışından sonra “Buradan adalet çıkmaz!” diye düşünmüştüm. Davalı B.M., benim beklediğim cezayı almasa da, sonuçta bir ceza aldı. Umarım, bu da onun kulağına bir küpe olur!
Çanakkale cephesinde savaşan Hasan çavuş, annesinden şu mektubu almıştır:
“…Muhtargilin Ahmet şehit olmuş haber geldi dün.
Köy giyindi kuşandı, hep namazgaha gittiler.
O şehidin rahmetullah duasını ettiler.
Yeri belli olmak için mezarını kazdılar.
Bir taş dikip Ahmet şehit oldu diye yazdılar.
Kurban kesip hatmi şerif indirdiler, hep ona
Gönderildi onun gökte yatan şanlı ruhuna.
Sen bilirsin yavuklusu kumral saçlı Emine,
Bir al bayrak asmış idi o gün kendi evine.
O güzel kız yeşil örtü örtmüş idi basına.
Bir kurumla oturmuştu, köyün dibek taşına,
Hiç kırmadı ağlamadı sandım onu bir melek,
Onun erlik ocağını söndürmüştü kör felek.
Sürme çekmiş, kına ile süslemişti elini,
Olmuş idi telli duvaklı nurlu şehit gelini.
Dedi:
‘Ahmet beni artık ahrette beklesin.
Ben onunum utanmasın beni Hak’tan istesin.
Kaderim bu, şehit olmuş benim sanlı yiğidim,
Kız kalırım varmam ele benim canlı şehidim.’”
Bu mektup, bir ulus olmanın özetidir sanki… Türk ulusu!…
Samipaşazade Sezai bey, Çanakkale savaşını şöyle özetlemiştir:
“Çanakkale savunması, üç mucizeler muharebesidir. Hali/ Hilali kurtardı; maziye hamaset ve azamiyeti iade etti; vatanımızı bir ebedi vatan yaptı.”
Yani Çanakkale savaşı, Türk ulus devletinin temellerini atmıştır…
Avusturyalılar ve Yeni Zelandalılar da, “Çanakkale’de ilk defa savaştık ve öldük” diye bayram yapıyorlar, çünkü bu savaştan sonra bağımsızlık mücadelesi verdiler ve onlar da ulus devlet oldular.
Çanakkale Savaşı, İngilizlerin Rus çarına gerekli yardımları götüremediği için, Bolşevikler, Rusya’da üç yüz sene hüküm süren Romanov ailesine karşı ihtilal yaparak iktidarı ele geçirdiler.
Böylece Türkler, 37 sene sonra, Romanov ailesinden 93 harbinde (1877-78 Osmanlı- Rus savaşı) katledilen milyonlarca sivil Türk’ün intikamını aldılar.
Çanakkale Savaşı zaferi ile Türkler, Sovyetler Birliği’nin kurulmasına ve dolayısıyla dünya dengelerinin değişmesine sebep oldular.
Unutmayalım ki, başta- o zamanki askeri rütbesiyle- albay Mustafa Kemal (Atatürk) olmak üzere, Çanakkale savaşının komutanlarının çoğu Balkan Yarımadası kökenliydiler. Çanakkale savaşı ve daha sonraki Kurtuluş savaşı da onlar sayesinde kazanıldı. Türk ulus bilinci yüksek olan bu subaylar, Türk halkına ulus bilincini aşılayanlar da onlardı…
Çanakkale zaferinin 110. yıl dönümünde, başta Mustafa Kemal ve silah arkadaşları olmak üzere, tüm şehitlerimizi ve gazilerimizi saygıyla anıyorum!
Durmuş Arda
Her 3 Mart günü olduğu gibi, dün, Kırcaali’de yapılan Ayastefanos(Yeşilköy) antlaşmasının yıldönümünde belediye başkanı, müftü ve papaz, “hoşgörü kahvesi” fotoğrafı çektireceklerdi.
Daha önceki senelerdeki papaz, belediye başkanı, müftü, 3 Mart “hoşgörü” kahvesinde
Amaç: “Biz Türkler, Bulgarlar, Müslümanlar, Hristiyanlar, Kırcaali’de barış ve hoşgörü içinde yaşıyoruz” mesajı vermekti…
Ancak, dünkü 3 Mart “kutlamalarına”, Kırcaali papazı Petır Garena’nın katılmaması üzerine, müftü ve belediye başkanı da “hoşgörü kahvesi” fotoğrafı çektirmekten vazgeçtiler. Türkler arasında ise, “Acaba papaz Petır imana mı geldi?” sorusu soruldu.
Pomak asıllı olan Kırcaali papazı Petır Garena, mürtet olarak bilinmektedir… Yani Müslümanlıktan ayrılıp, Hıristiyan dinine geçen…
Kuran-ı Kerim, mürtetlerden uzak durulmasını, Müslümanların onları dışlamasını isterken, “Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lanetinin onların(mürtetlerin) üzerinde olmasıdır” buyurur. Hadislerde ise…
Batı kaynaklarına göre, 1877-78 Osmanlı- Rus savaşında, Rus askerleri veya Bulgar çeteciler tarafından yüzbinlerce Türk ve Müslüman’ın katledildiğini, aynı dönemde 515 bin sivil Türk’ün yerinden yurdundan göç ettirilip malvarlıklarına el konulduğunu, 1879- 1887 yılları arasında 52 binden fazla Müslüman Türkün yine göçe zorlandığını belirtmektedir. Yani 1877-1878 yıllarında, Rusya’nın “kurtardığı” ve daha sonra Bulgaristan knezliği kurulduğu topraklarda, Müslümanların %17’si katledilmiştir, %34’ü ise göçe zorlanmıştır. Osmanlı kaynaklarında ise, bu katledilen ve sürülen Müslüman sayısının daha fazla olduğunu, Papaz Petır Garena’nın en iyi bilmesi lazım, çünkü kendisi tarih ve ilahiyat profesörüdür.
Papaz Petır Garena, Paşmaklı’ya(Smolyan) bağlı Ambardere(Bulgarca:Хамбар дере veya Хамбар) köyünde doğmuştur. Daha 1870’li yıllarda, bu köyün kuzeyinde ve kuzey batısında yaşayan etnik Bulgarları, Rus ajanı Nayden Gerov, Müslümanlara sürekli saldırmaları için örgütlemiştir. Tamamen Müslüman Pomaklardan oluşan Ambardere köyü, Balkan savaşında ve daha sonraki dönemde kıyıma ve asimilasyona maruz kalmıştır.
Bu durumlarda Kuran-ı Kerim, takiye yapma hakkı da veriyor. Yani içten Müslüman olma şartıyla, baskılar sonucu göstermelik din de değiştirilebilir…
Kırcaali müftülerinin her 3 Mart günü, takiyye yaptıklarını hepimiz biliyoruz da…
Günahını almamak lazım…
Artık 69 yaşında olan papaz Petır, imana gelmiş olabilir!?
Durmuş Arda
Yaşlıların “93 harbi” dediği, 1877-78 Osmanlı- Rusya savaşından sonra, 3 Mart 1878 tarihinde Osmanlı devleti ile Rusya arasında imzalanan Ayastefanos(Yeşilköy) antlaşmasıyla, Rusya’nın işgal ettiği toprakların bir kısmında Bulgaristan devleti kurulma kararı alınmıştır. Ancak bu ikili antlaşma, uluslararası alanda hiç bir zaman tanınmamıştır. Bu tarihten tam 4 ay 10 gün sonra, 13.07. 1878 tarihinde imzalanan uluslararası Berlin Antlaşması ile, Bulgaristan, Osmanlı’ya bağlı bir knezlik olarak resmen tanınmıştır.
Bugün 3 Mart…
3 Mart, Bulgaristan eski rejimin kalıntıları tarafından 1991 yılında, “Osmanlı köleliğinden kurtuluş ve ulusal gün” ilan edilmiştir. Gayri resmi olarak da “Türk köleliğinden” kurtuluş günü…
Bugün Bulgaristan’da yapılacak olan resmi törenlerde, pek çok konuşmacı, normal olan “500 senelik Osmanlı egemenliğinden kurtuluş” yerine, genellikle anormal olan “500 senelik Türk altıdaki kölelikten kurtuluş” diyecek.
Peki…
Osmanlı İmparatorluğu, etnik kökene dayanan bir imparatorluk olmamasına rağmen, hatta aynı imparatorluğun egemenliği döneminde, etnik Bulgarlar bir kat köleyse, etnik Türklerin iki kat daha fazla köle olduğunun bilinmesine rağmen, Bulgaristan’da, “Osmanlı egemenliği” değil de, neden “Türk altındaki kölelik” bir buçuk asra yakın cazibesini koruyor?
Gerek knezlik dönemi olsun, gerek 1908 yılında bağımsızlığını ilan ettikten sonra olsun, Bulgaristan, Avrupa değeri olan üretim araç gereçlerini bir türlü hayata geçirmek yerine, topyekun “Türk altındaki kölelik” bahanesine sığınarak, gasp kültürünü harekete geçirmiştir.
Ve… Bulgaristan’da kalan Türklerin mallarına veya vakıf mallarına göz dikiliyor.
Hatırlatmak isterim ki, ilk önceleri Bulgaristan sınırları içinde ne kadar etnik Bulgar varsa, o kadar da Müslüman Türk vardı.
1878 Berlin Antlaşması, 1909 tarihli İstanbul protokolü, 1913 tarihli İstanbul, 1925 Ankara vs gibi antlaşmalar, Bulgaristan sınırları içinde kalan Müslüman Türklerin malvarlıklarını ve vakıf mallarını koruma altına alıyordu…
Ancak buna uyulmaması için “Türk altındaki kölelik” bahanesi gerekiyordu…
Maalesef, sivil Türklerin ölüm ve sürgünü, etnik Bulgarların ekmek kapısı oluyor…
Bulgaristan’da yaşayan Türklerin kovulup, mal varlıklarına el konulmasının, kalanların ise sürekli baskı altında tutulmasının…
Örneğin Sofya’da yaşayan 70 bin Müslüman’ın hemen hemen hepsinin kovulması, malvarlıklarının gasp edilmesi, Sofya ve civarındaki 67 caminin 64’ü, hep yağmurlu ve gök gürültülü bir havada “yıldırım düşürülerek” yakılıp yıkılmasının…
Yüzlerce kervansaray, imaret gibi vakıf mallarının gaspına, Sofya’da ayakta kalan üç caminin birisi( Büyük cami) hemen Arkeoloji müzesine, diğer biri, yani Kara camii, ilk önce at ahırına, daha sonra kiliseye( Sveti Sedmoçislenitsi) çevrilmesinin…
Sofya’da ibadete açık Kadı Seyfullah Efendi(halk arasında Banyabaşı camii olarak bilinen) tek caminin de vakıf malları ve bahçesinin gasp edilmesine, revak altının da kaldırım yolu yapılmasının altında hep “500 sene Türk altındaki kölelik” bahanesi yatıyor …
“Türk altındaki kölelik”, 147 senedir Bulgaristan’dan 2 milyondan fazla Müslüman Türk’ün kovulmasına ve bunların arkalarında bıraktıkları mal varlıklarının gaspına birer bahaneydi…
Yani “Türk altındaki kölelik”, Türk ailelerin asırlardır çalışarak edindiği evlerinin, eşyalarının, ahırının, hayvanlarının, tarlalarının gasp edilip, etnik Bulgar ailelere hazırdan mal mülk edindirme bahaneleriydi…
Otoriter, “komünist” rejimi döneminde ise…
Türkler için için “inşaat askerliği” icat edilmesi, 18 yaşını doldurmuş Türk asıllı erkekler için ilk önce 3’er sene, daha sonra 27’şer ay köle gibi kazma kürek ile karayollarında, demiryollarında, maden ocaklarında, inşaatlarda çalıştırılmasının…
Parti kongrelerinin yapıldığı Sofya’daki NDK(Halk Kültür Evi) binasının ve diğer binaların yapımında Türk asıllı “ inşaat askerlerinin” çalıştırılması, Bulgaristan’ daki tüm binalarda olduğu gibi, örneğin Lülin, Drujba, Mladost vs gibi, Sofya merkezinin ve semtlerinin hepsinde Türk emeği ve teri olmasının…
Türklere karşı 1983-1989 yıllarında uygulanan asimilasyon süreci, 20 aylık bebeğin, 16 yaşındaki çocuğun, 60’dan fazla Türk’ün katledilmesinin, binlercesini işkenceden geçirilmesinin, binlercesinin işkence kamplarına sürülmesinin, daha sonra yüz binlercesinin de göçe zorlanmasından ve buna “büyük gezi” denilerek, insanlık dışı haz alınmasının…
Türklerin çoğunluk olduğu Kırcaali merkezde her saat başı yüksek desibelli kilise çanı gibi “dan dan” sesinden sonra, nazilerin toplama kamplarında tutuklulara dinlettiği marşlar gibi gürültünün dayatılması alçaklığının…
Kırcaali’deki medresenin gasp edilerek, “Bulgar Kültürü müzesi” ne çevrilmesinin, Eskizağara’daki Hamza bey camii gasp edilerek, dinlerarası müzeye çevrilmesinin, Karlova’daki Kurşunlu camiinin gasp edilmesinin…
Bugün, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin, sömürü halkı olarak görülmesinin, örneğin Kırcaali bölgesinde yaşayan Türklerin oranı % 80’ i geçerken, devlet dairelerine çalışan Türklerin oranının % 15’i geçmemesinin…
Bulgaristan’da yaşayan Türklerin sayı olarak “vatandaş” görünmesi, ancak Avrupa fonlarından yararlanma imkanının verilmemesinin…
1993 yılından 2019 yılına kadar Türkçe ders kitaplarının basılmamasının, Türklerin ekonomik olarak çökertilip, Avrupa ülkelerine gurbete zorlanmasının altında da “500 sene Türk altındaki kölelik” bahanesi vardır …
Görüldüğü gibi, “Türk altındaki kölelik” edebiyatı, etnik Bulgarların çoğu için, maddi ve manevi çok getirisi vardır.
Onun için etnik Bulgarların çoğu, “Türk altındaki kölelik”, “Türk boyunduruluğu” edebiyatlarına bayılıyor.
Bulgaristan’da 147 senedir “Türk altındaki kölelik” edebiyatıyla, nesilden nesile aktarılan bu gasp kültürü hala devam etse de, bunun da bir sınırları vardır. Üstelik Türklerin bir kısmı Türkiye’ye kovuldu, bir kısmı ise Avrupa’da gurbette…
Bu gasp kültürüyle, üretime dayalı bir ekonominin yaratılması imkansız olduğu için, bugün Bulgaristan, Avrupa’ nın en fakir ülkesi olsa da…
“Türk altındaki kölelik”, etnik Bulgarların birçoğu için, hala bir geçim kaynağı olsa gerek…
3 Mart, gerçek bir anlamı olan güne gelince…
3 Mart, Dünya Kulak ve İşitme Günü kutlu olsun!
Durmuş Arda
1. dünya savaşında Bulgaristan adına şehit düşen Türklere, 1939 yılındaki çarlık Bulgaristan döneminde çıkarılan bir genelgeyle ayrımcılık yapıldığı görülmektedir.
Aynı dönemde, 19.04.1939 tarihli Üstünel(Ustina) köyü muhtarının talebi üzerine, köyden şehit düşen askerlere anıtkabir yapılma kararı onaylanırken, listede 23 askerden 11’inin Türk asıllı oldukları görülüyor. Ancak dönemin savaş bakanlığının 01.05.1939 tarihli onay genelgesinde, anıtkabirin üstüne ortodoks haçı konulacağı için, şehit düşen Türklerin isimlerinin yazılmaması emri veriliyor.
Oysa aşağıda adları verilen Üstünel köyü doğumlu Türk asıllılar da Bulgaristan için ölmüşlerdi:
Hepsinin aziz ruhları şad olsun!
Haber: balkanlar24.com
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.