“Güzelleri şarkı söyler çığrışır
Dilleri var bizim dile benzemez”
(Karacaoğlan)
Benim büyük nenemin adı Gülizar’dı. Adına yakışır biçimde gül yüzlü, menekşe gözlü, bal sesliydi… Babamın üvey babaannesiydi aslında. İki kere evlenmiş, çocuğu olmayınca ayrılmış, sonrasında iki çocukla dul kalan Mehmet Ali dedemle birleştirmiş hayatını.
Anadilim Türkçe konusuna her değinişimde onu, Gülizar Nenemi hatırlayıp birkaç kelam etmeden geçemem. Kendime ve konuştuğumuz dile dair ilk bilinçli hatıralarımın başkahramanıdır.
Zira anne babalarımızın iş güç derdinde olduklarından dolayı beni ve kuzinlerimi o büyüttü sayılır. Onun deyişiyle ilk “aşlamalarımızı” (aşılarımızı) da onun refakatinde olmuştuk. Bizi sıraya dizip aşıya götürür, gene sırayla “suya guyup yunardı”. Nenemin konuştuğu dil Rumeli Türkçesinin Mestanlı yöresi ağzıydı. İstanbul ve dolayısıyla yazı Türkçesine, özellikle fiil çekimleri bakımından çok yakın bir ağızdır bu. Hare, eşkere, eyyam, zülüf, çemberi, tentene, şavk, gerdan kelimelerini ilk işitişimi ayan beyan hatırlıyorum. Bunları her gün ve herkesten duymaz, ancak nenemin anlatılarında rastlardım.
Çok geçmeden Türkçe konuşmanın ve Türk olmanın büyüdüğüm ortamda bir doğallıkken, okulda çok “makbul” bir hal olmadığını anladım diyeceğim ama bu daha çok bir sezgiydi, hissiyattı.
Gülizar Nenemin ne ellerini, ne saçını kınasız görmüş değildik. Bulur eder, yakardı kınasını. Okul öncesi eğitimimin ilk yılında (beş yaşındaydım) okula başladığım günlerde benim ellerim de kınalıydı. Artan kınasını bizim ellerimize sıkça yakardı nenem. Ancak ben artık öğrenciydim. Derhal annem okula çağrıldı, eline verildiğim gibi evimizin yolunu tuttuk. Kınalar çıkana kadar eve mahküm edildim. Annem neneme ne çok sitem etmişti…
Öğrencilik yıllarımda hiç Türkçe eğitim görmedim. Annem kısa dalgadan Budapeşte Radyosu, babam ve dedem ise Sofya Radyosu dinlerlerdi. Evimize giren Türkçe söz, saz ve ses bunlardan ibaretti. Biz Bulgarca okuyor, evde Türkçe konuşuyor, bilingualizm serüveninde yavaş yavaş yol alıyorduk. Postacı belli aralıklarla iki Türkçe gazete getiriyordu; Yeni Işık (Нова светлина) ve Yeni Hayat (Нов живот). Hepsi buydu…
Bir de muhteşem nenelerimiz vardı. Arada bir veciz söz, atasözü veya bir mani söyleyerek, beni derin düşüncelere sürükleyen Gülizar Nenem: “Gızanım, sular alçaktan akar!”. Ya da: “Sular aka aka durulur!”. Bunlara benzer vecizeleri hala unutamıyorum. En çok şaşırdığım ve galiba da en sık duyduğum: “Ağar ol, molla sansınlar!” (demek acele etme.) nasihatiydi. Benim gibi tez canlı mizaçlara daha uz düşenine, daha güzeline hala rastlamadım.
Türkçe okumayı Alfabe başlığını taşıyan, basım yılını anımsayamadığım ama ilk sayfasındaki Kaya ile Oya’nın resimlerini unutamadığım eski, yıpranmış ve o nedenle ihtimamla dokunduğumuz bir kitaptan öğrendim. Öğretmenim, o yıllarda içerik kelimesini bilmediğinden sürekli münderecat diyen babamdı: “Şimdiii, gel münderecata bakalım!”. Zor demez, mürekkep derdi. Oya ile Kaya’nın resimlerinin altında “El ele, kol kola – okula.” – yazılıydı. İyi de, neredeydi o okul?!
Oysa varmış, bizim de nice okullarımız varmış. 1877-78 Osmanlı -Rus Savaşı’ndan sonra tarih sahnesine üçüncü kez çıkan Bulgaristan devleti sınırları içindeki Türkler için Bulgaristan Türkleri ifadesi terim halini alır. Yasalarda, tüzüklerde, kanun hükmünde kararnamelerde, hayatları bu terim etrafında ifade edilir.
1946 yılındaki Türk Okullarının devletleştirilmesine dek Türk cemaatleri, encümenlerini ve okul yönetimlerini kendileri seçer, özel okul statüsünde, Bulgaristan Türklerine Türkçe eğitim sunarlarmış. Zaman içinde hükümetlerin eğitim politikalarına ve Bulgaristan Türklerinden beklentilerine göre bu bağlamdaki hak ve özgürlükleri kah kısıtlanmış, kah esnetilmiş ancak ekseriya peyderpey ve yavaş yavaş sınırlandırılmış. Böylece Türkçe’nin en karanlık yılları olan 1985’lere gelinmiştir. Defalarca anavatana doğru “yaratılan” göç dalgalarıyla Bulgaristan Türk nüfusu iyiden iyiye azaltıldıktan sonra vurulmuştur bu darbe.
Oysa, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra adı Bulgaristan Halk Cumhuriyeti olan, benim de doğduğum, yetişkin yaşa geldiğim ülke, Türklerine ekmek ve aştan başka gökteki yıldızlar bile vaat edilmişti!
Benden önceki kuşaklar anadilimizde okumuş, yazmış, bugün dünyanın muhtelif üniversite kürsülerinde okutulan, araştırma ve tez çalışmalarına konu olan Bulgaristan Türkleri Edebiyatını yaratmışlardı. Bilmediğimiz, tanımadığımız bir şeyle gurur duyamayacağımızı söylemekle herhalde özgün bir fikir aktarmış olmam. Bugün Bulgaristan’da Türkçe Öğretmenlik diploması olup Şumnu Darül-Muallimin’i bilenlerin, Medresetün-Nüvvap’ın tarihçesini kısaca anlatabileceklerin, Türk Spor Birliği “Turan”-ın varlığını duyanların, Türk Öğretmenler Birliği’ni örnek alanların sayısı pek azdır. Kişisel çabanın gerekli ancak asla yeterli olmadığını, kendi yaşantımdan bildiğim için üzüntüm kat kat artmakta. Biz bunları bugün nereden öğrenebiliriz? Tarih kitaplarında bile kalmadı, yok bu bilgiler. Bilmediklerimizi sevemez, uğruna mücadele edemez, kıvancıyla göğsümüzü kabartamayız.
1985 yılına kadar yetersiz ve istenilen nitelikte olmasa da, benim babamın deyişiyle “kör- topal” Türkçe okunup yazılıyordu ancak ilgili eylemlerin temel eğitimin içinde yer almaması dönüp dolaşıp sistemli bilginin zaruretini dayatmakta. Temel bilgi ve irfan edinimi ise SİP (Serbest Seçmeli Hazırlık Dersi, bu anlamda Türkçe Dilbilgisi) denilen ve dil mi, edebiyat mı, Bulgaristan Türkleri tarihi mi olduğu belli olmayan, iki okul zili sesi arasındaki bir nefes kadar kısacık süren seçmeli ders ile olmayacağı aşikar. Aslında güncel politik demeçlere bakıldığında bu durumun sık sık gündeme getirildiğini, konuya ilişkin bir farkındalık da geliştiğini görmekteyiz. Ancak yirmi beş yıl süren demokrasiye geçiş ve özgürlük döneminde yirmi beş adet Türkçe kitap basıldı mı acaba? O halde nenelerimizden başka kaynak yok diyebiliriz, değil mi!?
1990’lardan bu yana benim doğduğum topraklarda Türkçemiz, gelişiminin yeni bir evresine girmiş bulunmakta. Mestanlı Türklerinin Bulgar dilini kurallarına uygun, güzel ve işlevsel biçimde kullanılıyor olmaları Türkçeyi öğrenmeseler de olur anlamına gelemez. Anadilini bilmek, konuşmak, yazmak, ikincisini engellemez, olsa olsa onun da aynı derecede özümsenmesini ve ehli bir biçimde kullanılmasını besler; kişinin dil ve düşünce bütünlüğünde sergileyeceği yetisini güçlendirir. Demem şu ki, ancak Türkçe’yi güzel konuşursak, Bulgarcayı da, öteki dilleri de daha kolay algılayacağızdır. Ak sütümüzdür, bal çanağımızdır, anadilimiz çünkü o… Tektir.
Kadriye CESUR
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.