Bir sanatta elli yıl uğraşmak, bir bakıma o sanatın doruğuna ulaşmak demektir. Başka bir anlatımla, öğrenebileceğinizi öğrenmiş, yapabileceğinizi yapmış, olabileceğiniz kadar olmuşsunuzdur. Ereği, atılımı, kararlılığı, başarma inancı olmayanlara bir şey anlatmaz bu. Ama sanatçıysanız çok şey anlatır. Neden derseniz, sanatın okulu vardır da aslında yoktur. Öğrenmek istediklerinizi okullardan değil, ustalardan ya da kendi kendinize öğrenirsiniz. Yani sanatın okulu çabalamalar, uğraşılar, geceyi gündüze katarak yorulmadan sürdürülen çalışmalardır.
Elli yıl öğrenmek için uzun bir süredir; çıraklığa da yeter, kalfalığa da. Sanat mesleğe benzemez, meslekte elbette bir gün ilerler, ustalaşırsınız; sanatta ise ustalık evresine çok az kişi erişebilir. Yine az kişi kalfalığa yükselir, pek çok kişi zorlu sınavı veremeyerek çıraklıkta kalır.
Yazarlığımın dengelemini yaptığımda, hep olumsuz bir tablo ile karşılaşmışımdır. Çırak mıyım, kalfa mıyım, bunun tartışmasını yapmış, ne yazık, sonuca varamamış, sonunda bunun açıklamasını yazın eleştirmenlerine, bir de siz değerli okuyucularıma bırakmışımdır.
Ünlü şairimiz Ahmet Emin Atasoy’u da bu soru ilgilendirmiş olacak ki Leş Kargaları kitabındaki bir şiirinde şöyle diyor:
“altmış yıl boyunca hep şiir yazdım
üstelik de şiir nedir bilmeden
bu işi bir bilen varsa, ey tanrım
anlatsın da öğreneyim ölmeden”
Gerçi yapmak istediklerim nelerdi?
Öncelikle Bulgaristan Türkleri Edebiyatında öyküyü öykünmecilikten kurtarmak istedim.
Öykümüz, yazınımızın gelişme gösterdiği altmışlı yıllarda korkunç, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt ve Sabahattin Ali etkisindeydi.
Türkiye’de köye yönelik, sosyalist gerçekçilik akımı tümüyle yazınımıza girmişti. Yazarlarımızın neredeyse hepsi köylerde yaşadıklarından, “köy edebiyatı” bütünüyle onları sarmıştı. Bilerek, isteyerek Türk klasiklerine öykünmek başlı başına bir moda, akım olmuştu. Bazı yazarlarımız bunun ayrımına vardılar; özgünlüğe ulaşma adına arayışlara girdiler; ancak, öyküye yoğunluk, derinlik getirelim derken, Sabahattin Ali’ye kilitlenip kaldılar. O nedenle önümde zorlu bir yol duruyordu. Öykümüzü kayıtsız koşulsuz sıradanlıktan, sığlıktan kurtarmalıydım. Özgünlüğü, kendi biçemimi arayışı sürdürdüm; sıkı bir uğraşı süreci başlattım. Yazdıklarımı değersiz, önemsiz buluyor, onları yırtıp atarak, yeniden yazmaya koyuluyordum. Bir öyküyü on, on iki kez yazdığım oluyordu. Okuyacağım Türkçe kitapların kısıtlı ya da çok az olması, çalışmalarımı zorlaştırıyor, öte yandan da beni daha etkin, daha yoğun uğraşılara itekliyordu. Sonunda, yapısında kendindenliğimi barındıran özgünlük, güçlüklerin arkasından arkadaşça bana el salladı, “Merhaba!” dedi. Onun yanına varmak belki yıllarımı alacak, belki ömrüm buna yetmeyecekti. Ama canımı dişime takıp, özgüvenime sığınarak, ne olursa olsun, kendi sesime, kendi haykırışıma kavuşmaya karar verdim.
Türkiye’ye geldiğimde yolun yarısını bile geçemediğimi gördüm. Buradaki yolculuk Bulgaristan’daki kadar yorucu olmadı. Kısıtlı olanaklarımı zorlayarak, dergiler, kitaplar satın alıyor, okuma oburlukluğumu doyurmaya çalışıyordum. Peki, ulaşabildim mi yirmi yedi yıldır ben kendimden olana? Yolculuğumun bitmediğini, sürdüğünü, aradığım, kimseye benzemeyen öykücülük yanıma bir adım yaklaştıysam, onun iki adım geri gittiğini söylemeliyim. Şu da bir gerçek ki artık bu yolculukta inancım eskisi gibi güçlü değil, bitkin, sönük; ağır aksak, düşe kalka yürüyorum ya da yürüdüğümü sanarak kendimi kandırıyorum. Sanırım, yazgımın ta kendisi; bir diğer adı da başkalık, değişiklik olan, benimle ilişiğini kesmiş, eskisi gibi el etmiyor, gözerimimin alacasında onun siluetini bile göremiyorum. Yani bırakınız ustalığı, biçem bulmak, kendinden olmak için kişiye neredeyse bir ömür yetmiyor. Öyküde benim bana benzerliğim tartışılabilir. Ne var ki Bulgaristan Türkleri Edebiyatı öyküsünü öykünmecilik, yüzeysellikten kurtardığım gerçeği tartışmaya açılırsa, inanınız, incinmenin de ötesinde, kırılır, dahası üzülürüm.
Yaptıklarım elbette bu kadarla sınırlı değil. Biçimle ilgilenmedim, öykünün özü, kökü, özyapısı ve bütünselliğine, odaklandım. Konuyu sulandırmadan, ereğe yöneldim. Anlamı, düşünmeden algılanacak kadar değersizleştirmedim, genel olanı ortaya koydum. Kaldı ki öykülerimde bunları bulabilmeniz için duyarlığınıza, sezgilerinize yaslanmalısınız. Gerçi, karmaşayı çözebilmeniz için gerekli ipuçlarını da bıraktım sözcüklerin yapısına. Onları bulabilmek için dikkatinizin uyanık olması yetiyor.
Olaylar, özenli bir gizemlilikle kurgunun içinde kesintisiz akmaktalar. Çözümsüz gibi görünen karmaşanın açımlaması, kimi bir sözcükte, kimi bir başlıkta, kimi vakit öykünün ortasında, kimileyin de sonu oluşturan öğelerin düğümündedir. Çabalarım beni aradığım aslımla belki yüzleştirmedi. Ne var ki öykünün özelliği, kuralları, diğer tekniksel öğeleriyle buluşturdu. Yolunda istenç ve kararlılıkla yürüyen kişiyi sanat, er ya da geç ödüllendirir. Doğallıkla her yazar gibi benim de yapamadıklarım vardır. Bazen öykünün ortaya koyduğu katı, olmazsa olmazlarından sıkıldığım, bunaldığım olmuş, romanın engin, sınırsız özgürlüğüne kaçasım gelmiştir. Bu bağlamda soyumu anlatacak yaşamöyküsel bir romanın yıllarca özlemini çektim. Kız kaçıran dostuna korumalık yaparken, dostluk uğruna canından olan bir adamın torunuyum. Babam onun öldürülmesinden sonra dünyaya gelmiş. Üvey babanın kıyıcı ezinçlerini yaşayarak büyümüş. Daha çocukluğu bitmeden üvey babasının evini terk etmek zorunda kalmış. Bulgar çorbacılarına ırgatlık ederek geçmiş ömrünün çoğu. Ve biz çocukları yetişene dek huzur yüzü görmedi. İşte yazmayı düşünüp de bir türlü yazamadığım romanda babamın dertlerini, çilelerini, o yürek burkucu yaşamını anlatacaktım. Roman yazma yürekliliğini kendimde bulamamam, tasarımı engelledi durdu. Yazacak birikime, donanıma eriştiğimde ise romanın her ağıza göre kaşık olmadığını artık kavramış bulunuyordum. Öykü yazarken, anamdan emdiğim süt burnumdan geliyordu. O nedenle romanda çekeceklerimi kestirebiliyordum.
Sonrasında sosyalist yönetimin eritme siyasetini yaşadık. Olayları öykülerimde bölük pörçük vermek beni gönül doygunluğuna ulaştırmadı. Bulgarlaştırma sürecini doludizgin yalnız romanda verebileceğime kanaat getirdim. Aynı çekince, aynı yılgınlık, romanı gözümde büyütmek, elimi kolumu bağladı. Bulgaristan’da bizlere yapılanlara ilişkin romanı hiçbir yazar yazamadı. Çünkü yeteneğinin üstünde, olağanüstü bir deneyiminin olması gerektiğinin ayrımındaydı. Yazmadan önce bir hazırlık evresi geçirmek, olayların kaynağına inmek, onları yaşamış birçok dertliyle görüşmek zorunluğu vardı. Hayal gücü, kurgu, burada yetersiz kalacak, ister istemez biraz da belgeselliğe kayılacaktı. Tek tük anlatmaya kalkanlar olduysa da işi yüzüne gözüne bulaştırmaktan öte geçemediler. Bazen öykülerimde bu konuya eğildim diye kendimi kınıyor, eleştiriyorum. Eğer baskı konulu öyküler yazmamış olsaydım, çaresi yok, tasarladığım, bizlere yapılanlara yönelik romana dört elle sarılacaktım.
Ne ki öyküde kaldığıma pişman değilim. Öykü, şiirin, romanın da başını dinlendirmek için kapağı attıkları bir dağ evidir. Öykü ise kendi geriliminde, yoğunluğunda dinlenir. İşini kendisi gördüğünden, kurt gibi ensesi kalındır.
Öykü içtenliği, sıcaklığında, bahar efiltili saygılarım, hürmetlerimle, hoşça kalınız! (Öykücülükte Elli Yıl etkinliğinde yaptığım konuşmam)
Ahmet TÜRKAY
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.